Madenci Lambası – Ahmet Oktay
Çalışma masamın üstünde günlerdir:
Eski bir madenci lâmbası.
Yerdeydi nerdeyse üç yıldır.
Neden göz önüne getirdim bu tuhaf gereci?
Bir simge mi aranıyordum,
bir göçüğün önsezisi mi yeşermişti içimde?
Zonguldaklı şair Lütfi Fikri,
– Fikri Lütfi miydi yoksa? –
armağan getirmişti.
Adlar! -Kişi, kent, kitap fark etmez- ;
turnusol kağıdıdır belleğin,
onlar da ihtiyarlıyor ve bunuyoruz.
Sürgün kitabımdaki üç dize için
tepilmişti onca mesafe:
“Madencinin lâmbası ve kandili Ozan’ın
aydınlatsın yolu”.
Ben de bir şaire ulaşmak üzre
binmedim mi gece otobüslerine?
Çalmadım mı Şişli’de bir bodrum
katının kapısını?
Göğsümde inanılmaz bir panik.
Aydınlattı mı yolu lâmba ve kandil?
Aydınlatabilir miydi? Yarınlarda
yanıt, benim bilemeyeceğim.
Yine de tutuk dilimde
söküldükçe açan alevsi bir çiçek var:
herkesin düşlerinden devşirilmiş,
ve karabasanlarından.
Yaslıyım bir ölü evi kadar ve dudaklarımda,
bir gelinin gülümseyişi.
Bir madenci lâmbası işte.
Sayılar ve tuhaf harfler üzerinde: 19 ve C 249 D.
Bir alt satırda 24 yazıyor.
Gizemli aidiyetler:
Kuyu, ekip, madenci ve lâmba.
Kişinin silindiği yerler .
Kuyudan kuyuya dolaşıyorum en olmaz vakitlerde.
Vuruyorum korkuyla damarlara kazmayı ve kalıyorum
geçmişin göçüklerinin de altında.
Bir lâmba. Nedir onu Keats’in
“Yunan Vazosu”ndan ayıran?
Sır nerde, ölümsüzlük nerde?
“Güzellik gerçek, gerçek de güzelliktir” demişti Keats.
Günlerdir dinliyorum, dokunuyorum
metalin soğuk gövdesine ve konuşsun diye
bekliyorum benimle yoksulluğun kalbi.
Bilmem sordu mu bunları kendine
boğazı düğümlenmiş ve alnı siyah
Zonguldaklı kardeşim;
bekledi mi gerçeğin ve güzelin yanıtını
taşların ve köklerin içinden?